30 Kasım 2013 Cumartesi

Viyana Seyahati -1

Merzifonlu Kara Mustafa Paşa’nın bu güzel şehrin yağmalanmasını istemediğinden dolayı 60 gün boyunca büyük yürüyüşü bir türlü gerçekleştirmemesi ve alman ordusunun yardıma gelmesi ile Osmanlının Viyana ve dolayısıyla Avrupa üzerinde son bulan hayalleri bizim için 27 Temmuz günü yeni başlıyordu.

Viyana havaalanına indiğimizde planımız metro ile otelimizin yakınına kadar gitmekti, ancak metroyu araştırırken havaalanındaki insanların çoğunun orada yaşayan Türkler olduğunu ve yolcu taşımacılığı ile uğraştıklarını görünce onlarla gitmeye karar verdik. Biraz da pazarlıkla otelimize kadar 25€’ya anlaştık.

Otelimiz Hilton Vienna Danube Tuna nehrinin kıyısında güzel bir oteldi, odaya çıktığımızda yataktan banyoya kadar herşeyin gerçekten harika olduğunu gördük. Şimdiye kadar bu kadar rahat yatakta yatmadığımı söyleyebilirim. Bizi odamıza çıkartan görevli de tüm zamanların en sıcak günlerini yaşayan Viyana’da  büyük bir masraftan kurtaracak bir ipucu verdi: Viyana’da çeşmelerden rahatlıkla su içebileceğimizi,  suyun dağdan geldiğini ve çok güzel olduğunu söyledi. Gerçekten de denediğimizde suyun söylediği kadar iyi olduğunu gördük. ( Ortalama 1 şişe suyun min 1,5-2€ olduğunu ve sabahtan akşama kadar 3 kişi yaklaşık 10 lt su içtiğimiz düşünülürse yaklaşık günlük 30-40€ su masrafından kurtulmuş olduk )











Eşyalarımızı odamıza bıraktıktan sonra kendimizi dışarı attık. Tabii ilk dakikaların heyecanı her zaman farklı oluyor, yeni yerler, yeni bir kültür ve yeni insanlar. Öncelikle ulaşımımızı metro ile yapacağımız için 48 saatlik bilet aldık kendimize ( 2 kişi toplam 24€ ödedik ) Ancak metroya bindiğimiz 3 günlük sürede hiçbir kontrolle karşılaşmadık.


İlk akşam için planladığımız şekilde  Viyana’nın merkezine gittik. Stadion durağından metroya bindikten sonra U2 hattının son durağı olan Karlsplatz’da indik. Metrodan çıktığımızda bizi Karntner Strasse’deki  Viyana Opera binası karşılıyordu. Burası aynen  istiklal caddesinde olduğu gibi kalabalık ve turistik bir caddenin başlangıcında yer alıyordu. Biz de kalabalığa karıştık ve cadde üzerinde ilerlemeye başladık. Viyana gibi tarihi şehirlerde kafanızı bir an bile aşağı indiremiyorsunuz, çünkü her taraf tarih sanki, bir an başınızı aşağıya eğdiğinizde birşeyler kaçırma ihtimali çok fazla. Sokak aralarında bile her an karşınıza bir tarih çıkıyor, özellikle havuzlu çeşmeler birer sanat harikası, elbetteki her birinin bir hikayesi var, ancak şu an için bunları bilmenin bir imkanı yok.














Karntner caddesi üzerinde ilerleye ilerleye şehrin göbeği tabir edebileceğimiz Stephansdom Katedraline geldik. Katedral’in inşası 125 yıl sürmüş ve  1365 yılında tamamlanmış. Avusturya tarihinde  birçok önemli olaya tanık olduğundan ülkenin en önemli sembollerinden biri haline gelmiş. Hatta 1500’lü yıllarda Osmanlı akıncılarının geldiğini gördüğünde Viyanalılara çan çalarak uyarmakla görevli bir memuriyet, 1956 yılında belediye meclisince artık Osmanlı tehlikesi söz konusu olmadığı için kaldırılmış. Katedralin kuzey kulesindeki çanın ise Osmanlı kuşatmasından sonra geride kalan topların eritilerek yapıldığı söyleniyor, ancak bu çan 2. Dünya savaşında yerinden düşerek parçalanmış, kalıntılarından da başka bir çan yapılmış. 100 mt yüksekliğindeki kuleye çıkıp etrafa bakmak mümkün, ancak biz çıkmadık.


















































Katedralin etrafında ise Mozart kıyafetleri ile konserlere bilet satan kişiler de dolanıyorlardı, ancak 3 yaşındaki oğlumuzla birlikte bu konserlere gitmemiz imkansız olduğundan dolayı hiç ilgilenmedik. 

Avusturyalıların en iyi yaptığı 2 şeyden bahsederlermiş, 1.si Avusturyalı olan Hitler’i Almanlara satmak, 2.si de Alman olan Mozart’ı sahiplenmek. Çevrede Mozart ve onunla ilgili hediyelik eşya ve çikolata satan çok fazla mağaza da vardı. Stephansplatz yakınlarında ise Mozarthaus ya da diğer adıyla Figarohaus ziyaret edilebilir. Mozart’ın 1784-1787 yıllarında yaşadığı ve Figaro’nun düğününü bestelediği ev müzeye dönüştürülmüş, müzikseverler için ziyaret etmek için iyi bir seçenek.

Stephansplatz çevresinde Louis Vuitton, Prada ve Armani gibi ünlü markaların mağazalarını da görmek mümkün.

Artık yavaş yavaş hava kararmaya ve acıkmaya başlamıştık. İlk akşam için planımız neredeyse Viyana’nın milli yemeği haline gelen schnitzel yemekti. Tabii ki Figlmüller’de. Navigasyon’dan bir Figlmüller restoranı ararken pasaj içerisinde şirin mi şirin bir tanesi denk geldi, ancak yer bulmak imkansız görünüyordu, garson rezervasyonumuz olup olmadığını sordu, olmadığını öğrenince bizi yakında olan Backerstrasse’deki diğer şubesine yönlendirdi, orada da sıra vardı ancak yaklaşık 15 dakika bekledikten sonra bizi de masaya oturttular. Sıra beklerken etrafa bakındığımda gördüğüm ilk şey Figlmüller’deki garsonların yüzlerindeki yorgunluk, müşteriler bitmeyen bir kabus gibiydi galiba onlar için, hepsinin koşturmacadan adım atacak halleri kalmamış gibiydi. Eşim ve Doruk için bir schnitzel, kendim için de viyana usulü soslu biftek, patates salatası, mevsim salata, içecek olarak da bira ve kendi üzüm bağlarındaki üzümlerden yaptıkları üzüm suyu istedik. Schnitzel olarak bildiğimiz klasik yemek geldi, tadına baktıktan sonra neden bu kadar tutulduklarını anlamadım. Neyse ki benim bifteğim de harika görünüyordu.















Yemeğimizi yeyip Stephansdom çevresinde biraz daha dolandıktan sonra metroya binip otelimizin yolunu tuttuk.
















2.gün sabah uyandıktan sonra kahvaltımızı otelin açık büfesinde yaptık. Kahvaltıdan sonra otelimizin önündeki Tuna nehrinin kıyısındaki yürüyüş yollarında gezip Doruk’la beraber Kuğu ve ördekleri besledik.




Bugünkü planımız  Schönbrunn sarayını ve hemen yanıbaşındaki Viyana Hayvanat bahçesini gezmekti. Aslında burası içerisinde sarayın, parkın ve hayvanat bahçesinin de bulunduğu büyük bir kompleks.





Doruk’a hayvanat bahçesine gideceğimizi Türkiye’deyken söylemiştik ve günlerdir heyecanlıydı.  Avrupa’nın en eski ve en büyük hayvanat bahçesine gitmek için otelimizin yakınındaki istasyondan metroya binip Karlsplatz’da aktarma yapıp sonra U4 hattıyla Hietzing istasyonunda indik. Biraz yürüdükten sonra içinde hayvanat bahçesi ve parkların da bulunduğu saraya geliyorsunuz. Burası şehrin yaklaşık 10 km dışında ve gerçekten çok büyük bir alana kurulmuş bir kompleks.





Eğer yanınızda çocuğunuz ve de vaktiniz varsa gerçekten gezmeye değer. Çok büyük olduğu için neredeyse gününüzün yarısından fazlası burada geçiyor. Öğlene kadar dolaşıp bayağı bir yorulduktan sonra yemeğimizi de hayvanat bahçesinin içerisinde bulunan bir cafe’de yedik.














Daha sonra hayvanat bahçesinden çıkıp Schönbrunn sarayına doğru yürümeye başladık. Burası Habsburg hanedanlığı zamanında yazlık olarak kullanılan ve günümüzde müze haline getirilen bir saray. Sarayın etrafı peysaj olarak çok güzel dizayn edilmiş, Unesco tarafından da dünya mirası listesine alınarak koruma altına alınmış ancak sarayın bahçesi haricinde içerisine girmek ve odalarını dolaşmak ücretli.








Saraya arkamızı verip bahçeye doğru baktığımızda ileride Neptün Çeşmesini ve tepenin üzerinde Gloriette’yi görüyorsunuz. Doruk pusetinde uyumuş ve biz de o kadar yorulmuştuk ki 40 derecelik öğle sıcağında oralara kadar yürümeyi gözümüz kesmediğinden sadece uzaktan bakmakla yetindik. Vaktiniz varsa sarayın içerisini de gezmenizi tavsiye ediyorum.

Neptune Çeşmesi ve Gloriette
Schönbrunn sarayını da gezdikten sonra hedefimiz Hofburg sarayı ve çevresi idi. Kendimizi ilk önce Museum Quartier’in olduğu meydanda bulduk. Burada bizi şehrin en önemli heykellerinden biri olan Maria Theresa heykeli karşılıyordu. Sol tarafta Güzel sanatlar müzesi KunstHistoriches museum sağ tarafta ise Naturhistoriches Museum var. 
























Mesai saati bitmesine 1 saat olduğu ve kapanmadan Doruk’un da ilgisini çekeceğini düşündüğümüz NaturHistoriches Museum’u ziyaret etmeye karar verdik. Müzenin içerisindeki mimari, tavan resimleri, süslemeler ve heykeller tek kelimeyle muhteşem, sırf bunları görmek için bile girmeye değer diye düşünüyorum.
Müzedeki birçok şey ilgisini çekse de Doruk koca koca dinazorları ve mamutları görünce bayağı bir korktu, hatta hareketli bir dinazoru görünce zor kaçtık oradan desem yeridir. Müzede göktaşları, değerli maden ve minerallerden tutun da dinazor ve birçok hayvan fosilleri, ilk çağ yaşamına ait örnekler mevcut. Çok hızlı bir tur olduğu için bir takım şeyleri gözden kaçırdık diye düşünüyordum ki  25 bin yıllık Willendorf Venüsü heykelciğini kaçırmışız. Bu arada Kunsthistoriches museum’u da şiddetle tavsiye ediyorum, eğer vaktiniz varsa mutlaka burayı gezmeye de zaman ayırmalısınız.


























Müzeden yorgun argın çıktıktan sonra kendimizi çimlerin üzerine bıraktık. Bir süre dinlendikten sonra Hofburg sarayına yöneldik. Çevresindeki parkları ve mimarisi ile mükemmel bir yapı bizleri bekliyordu. Zaten daha önce söylediğim gibi nereye dönerseniz dönün tarih var. Kendi kendime bu kadar tarihin olduğu bir şehirde yaşamak nasıl birşeydir acaba diye düşünmedim değil. Muhtemelen sanatçılar burada iyi işler çıkarırlar. Özellikle ressamlar, fotoğraf sanatçıları ve heykeltraşlar. Yapmanız gereken gördüğünüz şeylerin fotoğraflarını çekmek, resimlerini veya heykellerini yapmak, yaratıcılığa da gerek yok yani.




Maria Theresa meydanından yolun karşısına geçtiğinizde Hofburg sarayının ön bahçesi olan HeldenPlazt meydanına ulaşıyorsunuz. Kemer Burgtor kapısından geçtikten sonra sol tarafta Neue Burg ve Erzherzog Karl’ın  sağ tarafta ise prens Eugine’in atlı adam heykelleri sizi karşılıyor. Tam karşısı Hofburg sarayı.













































Hofburg sarayı şehrin neredeyse göbeğinde yer alıyor. Çevresinde pek çok müze, tarihi bina ve park var. Saray 13. yüzyıldan 1918 yılına kadar imparatorluk ailesinin ikametgahı olarak kullanılmış. Tekrar bir kapıdan geçtikten sonra sarayın iç avlusuna ulaşıyorsunuz. Sol tarafta Kaiser Franz I. Denkmar’ın ( o da kim ki? )heykelini görüyorsunuz.











Hofburg sarayının yanıbaşında ise İspanyol binicilik okulu var, özellikle turistler ilgi gösteriyor ancak bizim pek ilgimizi çekmediği için gezmedik. Hofburg sarayının diğer tarafından çıktığınızda MichaelerPlatz’a çıkıyorsunuz ki burada da roma döneminden kalma kalıntılar olduğu için meydanın ortası garip bir şekilde çevrilmiş. Buradan sonra innere stadt’a geçiyorsunuz.  Hofburg Sarayının innere Stadt tarafından girişi de muhteşem gözüküyordu.



<=====Viyana - Prag - Budapeşte Üçlemesi                                       Viyana Seyahati-2===>





visited 25 states (11.1%)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.