3 Nisan 2014 Perşembe

BUDAPEŞTE SEYAHATİ


Sabah 7’deki otobüsle Budapeşte’ye gitmek için Prag’daki UAN Florenc otobüs istasyonuna gittik. Otobüsle Prag – Budapeşte arası yaklaşık 7,5 saat sürecekti.  Güzergahımız Prag-Brno-Bratislava ve Budapeşte’ydi.
Viyana’dan Prag’a giderken bayağı rahat gitmiştik, bu yolculuğun da iyi bir şekilde geçeceğini tahmin ediyordum. Eurolines daha önce olduğu gibi yine dakik bir şekilde hareket etti. Otobüsün içerisinde Çek Cumhuriyetinden ayrılıncaya kadar bedava Wi-Fi olduğu için internete de rahatlıkla girebiliyorduk, yani sıkılmadan yolculuk etme imkanına da sahiptik.
Budapeşte’deki Nepliget otobüs istasyonuna indiğimizde saat 14:30 civarıydı. Otobüs istasyonunun altındaki metro ile direkt şehir merkezine doğru yola çıktık. Metro biraz eski olsa da rahattı.
Budapeşte’deki otelimiz Mercure Budapest City Center’dı. Aslında rezervasyon yaparken konum olarak şehir merkezi diye seçmiştik ama bu kadar merkezi olduğunu bilmiyorduk. İstanbul’un istiklal caddesi üzerinde bir otel düşünün, öyle bir konumda , trafiğe kapalı olan Vaci Utza caddesi üzerinde yer alıyor.




Eşyalarımızı otele yerleştirdikten sonra ilk işimiz kendimize yemek yiyecek bir yerler bulmaktı, resepsiyondaki görevli otelin hemen yanıbaşındaki La Cucina adlı  italyan restoranını tavsiye etti. Tarz olarak son derece şık ve yemekleri de lezzetli olan bir restorandı.

Yemeğimizi yedikten sonra kendimizi caddeye attık, zaten şehrin göbeğinde olan cadde boyunca yürüyüp çevreyi gezdik. Daha sonra şehrin içerisinden geçen ve şehri Buda ve Peste olarak ikiye ayıran Tuna nehri kıyısına gittik.























Burada şehrin en ünlü ve güzel köprüsü olan Zincirli Köprü (Széchenyi Lánchíd) bizi karşılıyordu. 1849 yılında inşa edildikten sonra ülkedeki diğer köprüler gibi 2. Dünya savaşında yıkılmış ve 1949 yılında tekrar inşa edilmiş. Köprünün her iki tarafındaki aslan heyellerinden dolayı aslanlı köprü de deniliyor. Köprüden yürüyerek Buda trafındaki Kale tepesine doğru geçtik. Yukarı Kale tepesine tırmanan bir finüküler yapmışlar, çıkmak isteyenler için keyifli olabileceğini düşünüyorum.













Yavaş yavaş hava kararmaya başladığı için otele doğru yürüyerek geri dönmeye karar verdik. Hava karardıkça Budapeşte ışıklarla birlikte daha hoş bir havaya bürünmeye başlamıştı. Özellikle Tuna nehrinin karşı kıyısı, Kale Tepesi seyrine doyum olmayan bir görünüme kavuşuyor.

























Yolumuzun üzerinde karşımıza çıkan tur satıcısından bir sonraki gün için HopOn-HopOff biletlerimizi aldık.
Macar yemekleri hakkında sadece bildiğimiz Gulaş’tı, onu da Prag’da yemiş ancak pek damak tadımıza uygun bulmamıştık. O yüzden akşam acıktığımız da ne yiyeceğimize karar veremeden dolanıp duruyorduk. Vaci Utza’nın hemen başında KFC’yi görünce eşim bir an Doruk sever mi, yer mi diye tereddüt etti. Ne yapalım diye aramızda konuşurken bizi duyan genç bir Türk çift kendi yemeklerinden Doruk’a tattırmamız için ikram edince vatandaşlarımıza rastlamamızdan dolayı çok sevindik. Doruk da onların ikram ettiği tavuk parçasını ayıla bayıla yeyince biz de kendimize KFC’den tavuk parçaları aldık. Karşılaştığımız çift Türkiye’den turla gelmişler ve neredeyse bizimle aynı zaman ve rota üzerinde ilerliyorlarmış. Yemeklerimizi yedikten sonra onlardan ayrıldık ve otelimize geri döndük.
Macaristan Türkler tarafından 1526 yılında Kanuni Sultan Süleyman tarafından fethedilmiş ve yaklaşık 150 yıl Osmanlı egemenliğinde yaşamış. O yüzden hemen her yerde Türklerin izini veya Türklere karşı kahramanlık gösteren Macarların kahramanlıklarını simgeleyen heykelleri görmek mümkün.  Mesela turda dinlediğim bir kahramanlık olayı şöyle: Osmanlılar şehri işgal ederken 6-7 kişi binlerce kişilik Osmanlı ordusunun karşısına çıkmış ve büyük kahramanlık göstererek işgale engel olmaya çalışmışlar, sonuçta başaramamışlar, ancak gösterdikleri büyük kahramanlıktan dolayı heykelleri dikilmiş… Macaristan’ın çevresini, doğasını ve tarihi binaları ve tarihi eserlerini gördükçe Osmanlı buraları nasıl bırakmış ya da bırakabilmiş diyorsunuz. Bu arada ortada bir başka gerçek var ki o da, Avrupa’nın diğer şehirlerine baktığınız da Osmanlı’nın fethettiği ve egemenliğinde yaşamış olan ülkeler diğerlerine göre daha az gelişmişler. Neden acaba?
Sabah uyanıp kahvaltımızı yaptıktan sonra Hop On Hop Off tur otobüsünün geçtiği durağa gittik. Turumuzdaki ilk durak Hösök Tere idi ( Kahramanlar Meydanı ). Bu meydan Macaristan’ın kuruluşunun 1000. yılı anısına inşaa edilmiş. 896 yılında Macarların ataları Kral Arpat önderliğinde Urallardan göç edip buralara gelmişler. Ortadaki sütunun üzerinde Macar tacını tutan Cebrail’in heykeli var. Sütunun altındaki 7 atlı heykel ise ülkeyi kuran 7 macar boyunu temsil ediyor. Arka taraftaki yarım daire şeklindeki anıtların altında ise düşmanlara karşı kahramanlık göstermiş olan macar krallarının heykelleri yer alıyor. Herbir heykelin altında ise bu kahramanlıklara ait kabartmalar yer alıyor. Meydanın orta yerinde ise yine Sovyet işgalinde ölen binlerce insanı temsilen sembolik bir de mezar bulunuyor.


























Meydanın sağında ve solunda karşılıklı olarak birbirine bakan Güzel Sanatlar müzesi ve Sanat Sarayı ise vakti olanlar için gezilebilecek yerler arasında diye düşünüyorum.
Meydanı gezdikten sonra hemen arka tarafında bulunan Varosliget diye bilinen şehir parkına yöneldik. Burada Vajdahunyad Şatosu , göl,  hayvanat bahçesi, lunapark, birkaç müze ve hamam bulunuyor. Kışın gelenler için gölde buz pateni de yapılabiliyormuş. Parktaki en ilginç yapılardan biri de Mezogazdasagi ( Tarım ) müzesi. Girişi bir şatoyu andırıyor, eski ve tarihi bir bina. (Tarım müzesinden sonra vaktiniz varsa yine parkın içerisinde yer alan hamama da gitmenizi öneriyorum. Ne yazık ki bizim o kadar vaktimiz yoktu ) Park bayağı geniş ve içerisinde keşfedecek çok yer olduğunu düşünüyorum.


















Parkın içerisinde bir süre dolandıktan sonraki hedefimiz Kale tepesi idi, tur otobüsü ile Kale tepesine doğru şehrin caddelerinden, New York Cafe’nin yanından ( dünyanın en şık kafelerinden biri olan New York Cafe’de mola verilip özellikle ziyaret edilmesini tavsiye ediyorum ) ve tamamlandığında dünyanın en uzun asma köprülerinden biri Erzebet köprüsünden geçiyoruz. Uzunluğu 290 mt olan köprü 2.dünya savaşında yıkılmış ve 1964 yılında tekrar inşa edilmiş. Işıklandırması japonlar tarafından yapılmış olan köprüyü özellikle akşam görmenizi tavsiye ediyorum. Köprüden geçtikten sonra Kale tepesine ulaştık.. Ancak öğlen olmuş ve acıkmıştık. Kalede indiğimizde meydandaki parkın hemen yanıbaşında Vár Bistro adlı self servis bir restoran gördük. Gerçekten orijinal bir restoran olduğunu söyleyebilirim, fiyatları da idare eder.































Kale çevresinde görülecek yerler olarak Kraliyet Sarayı, Mátyás Kilisesi ve Balıkçılar Tabyası sayılabilir. Kraliyet Sarayı ilk olarak 1255 yılında kale olarak inşa edilmiş, 1458 yılında Kral I. Matyas tarafından yenilenmiş. 1686 yılındaki işgal sırasında büyük hasar görmüş ve restore edilmiş, 2.dünya savaşında yine büyük zarar görmüş, sonrasında ise yeniden yapılarak bugünkü haline almış. Şu an saraydan ziyade Macar Ulusal Galerisi’nin, Budapeşte Tarihi Müzesi’nin, Széchényi Ulusal Kütüphanesi’nin ve Çağdaş Sanatlar Koleksiyonu (Ludwig Koleksiyonu)’nun yer aldığı bir kompleks halini almış.














































Mátyás Kilisesi, Kraliyet sarayının kuzeyinde kalıyor. 13.yy’da inşaa edilmeye başlanmış ve adını ise , 15. yüzyılda bu kilisede iki kez evlenen ve kilisenin genişletilmesine katkıda bulunan Kral Mátyás Corvinus’tan almış. Osmanlılar 1541 yılında şehri ele geçirince kiliseyi  camiye dönüştürmüşler ve içerisindeki heykellere, sunaklara ve duvarlarına büyük ölçüde zarar vermişler. 1686 yılında tekrar Macarların eline geçmiş. Özellikle kilisenin kulesi görülmeye değer. 
Balıkçılar Tabyası ise ortaçağdan kalma bir balık pazarı olarak yapılmış, inşası 1902 yılında bitirilmiş. Tabyadaki 7 kule 7 Macar boyunu temsil ediyor. Kilise ile arasında Hıristiyanlığın Macaristan’ın resmi dini olarak benimsenmesini sağlayan Aziz İstvan’ın, at üzerinde bir heykeli var. Ayrıca 18.yüzyılda veba salgınından kurtulmanın anısına da bir heykel dikilmiş.


1 haftalık seyahat ve 3 şehrin ardından bir yandan sıcak ve bir yandan da yorgunluktan dolayı artık adım atacak halimiz kalmamıştı. Öğleden sonrası için Hop On-Hop Off turuna kaldığımız yerden devam etmeye karar aldık, ancak artık otobüsten inmeyecektik.
Turumuzun sonraki durağı Gellért Tepesi’ydi.  Hikayeye göre Macar kralı Saint Stephen 1000 yılında  bir misyoner olan St. Gellért’i Macaristan’a davet eder. Gellért krala, Macarların Hıristiyanlığı kabul ettiğine dair bir kağıt imzalatır ve Macarlar istemeden, Hıristiyanlığı seçmiş olurlar. Ancak buna kızan paganlar Gellért’i bir fıçının içerisine koyarak tepeden aşağıya yuvarlayarak öldürürler ve bu olaydan sonra tepenin adı Gellért tepesi olur.



Tepenin zirvesinde, Budapeşte'nin 1945'te Rus ordusu tarafından kurtarılışının anısına dikilmiş, Tuna boyunca hemen her yerden görülen, şehri ayaklar altında bırakan Özgürlük Anıtı var. Bu heykel kominizmden önce yapılmış, yapıldıktan sonra ise bir depoda kaderine terk edilmiş. Rus işgali ve  kominizm zamanında bulunup bugünkü yerine yerleştirilmiş.
Budapeşte’nin ünlü olduğu konularından bir tanesi de hamam ve kaplıcaları. İşte bunların en ünlülerinden biri de Gellert Oteli.  Vakti bol olanlar için mutlaka bu kaplıcalardan veya hamamlardan birine uğramalarını tavsiye ediyorum.
Tur güzergahı üzerindeki duraklardan bir de adını eski bir Macar savaşçısından alan György Dózsa durağı. György Dózsa 1470-1514 yılları arasında yaşamış, toprak sahibi Macar asillere karşı köylü ayaklanmasını yönetmiştir. İsyanın sonunda yakalanmış, işkence görmüş ve dava arkadaşlarıyla beraber idam edilmiştir, hem Hıristiyan bir şehit hem de tehlikeli bir kanunsuz olarak bilinir. İsyan sonrasında her nekadar bir süre başarılı olsa da ağır silahlı asil süvarilere yenilmiştir. Kral olma hevesi yüzünden ceza olarak kızgın demirden bir tahta oturtulmuş ve başına da yine kızgın demirden bir taç geçirilmiştir. Ölmekte olan Dozsa ise özellikle aç bırakılan köylülerin önüne atılmış veonlar tarafından  yenilerek öldürülmüştür. ( Bu arada Kazıklı voyvoda’nın da ruhunu şad etmeden geçemeyeceğimJ, Macarlar galiba aynı zamanda ilginç işkence yönleri ile de ünlüler )












Turumuza devam ettiğimizde bir sonraki durağımız Batthyany idi. Batthyany metro istasyonunun karşı tarafında 24 saat açık ünlü bir krep dükkanı var. Acıkanlar mutlaka ziyaret etmeli.
Batthany’den devam ettiğimizde Tuna nehrinin Peşte kısmında muhteşem mimarisi ile Parlemento binası dikkat çekiyordu. Macar krallığı, 1867 yılında, Avusturya Habsburg İmparatorluğunun bir parçası olmasına rağmen özgür bir eyalet olarak tanınmış ve 1880 yılında, Budapeşte’de, parlamento binası yapılması için izin alınmış. 1884 yılında, yapımına başlanan bina 1902 yılında bitirilmiş. Tuna nehri kıyısında bulunan bina hem büyüklüğü hem de görkemiyle  19.yüzyılda, dünyadaki en iyi parlamento binalarından biri. Yapımı sırasında süslemeler için 40 kg altın kullanıldığı söyleniyormuş. Parlemento binası, parlemento çalışmaları olmadığında gezilebiliyor ancak bizim orada olduğumuz esnada binada restorasyon çalışmaları olduğundan dolayı ziyarete kapalıydı.


Turumuza Tuna nehri kıyısından devam ediyorduk. Saat 6’yı bulmuştu ki Budapeşte ziyaretim sırasında gezemediğime en fazla pişman olduğum yerlerden biri olan Market Hall (Nagy Vasarcsarnok) durağında indik. (Vaci Utza’ya da çok yakın üstelik ) Akşam 6’ya kadar açık olduğu için görevli bizi içeri almadı. Binanın kapısından gördüğüm kadarıyla içerisi 2 katlı. Alt katı bildiğimiz meyve-sebze ve her türlü yiyeceğin satıldığı bir pazar, ayrıca yemek yemek için büfeler de mevcut, metal konstrüksiyondan yapılma üst katta ise hediyelik eşya dükkanları var.
















İndiğimiz yer otelimize de yakın olduğundan dolayı yürüyerek otele dönüp biraz dinlendikten sonra akşam yemeği için çıkmaya karar verdik. Otele dönüş yolunda yol üzerinde Pampas Argentina Steakhouse adlı oldukça şık bir restoran görünce akşam yemeğimizi yemeyi kararlaştırdık. Budapeşte’de sadece 2 gece kaldığımızdan dolayı yeme – içme konusunda çok fazla bir deneyimimiz olmadı diyebilirim, ancak ilk gün öğlen yemek yediğimiz italyan restoranı ve ikinci akşam ki Steakhouse oldukça kaliteli yerlerdi. Fiyatlarının biraz pahalı olduğunu söyleyebilirim ancak yemek ve hizmetleri görünce ödediğimiz fiyatlara değdiğini söyleyebilirim.


Yemekten sonra Tuna nehri kıyısına gidip muhteşem ışıklandırılmış kıyıda bir süre dolaştıktan sonra 1 haftanın vermiş olduğu yorgunlukla otelimize dönüp ertesi gün ki yol için hazırlıklarımıza başladık. 7 gün 3 ülke 3 şehir maceramız bu şekilde sona eriyordu.



Ertesi gün uyandıktan sonra otelimizde kahvaltımızı yaptıktan sonra Viyana’ya dönmek için otobüs garajına doğru yola koyulduk. Otobüsümüz saat 11:30’da kalkacak 14:10’da Viyana havaalanına bizi bırakacaktık. Diğer tüm yolculuklarımızda olduğu gibi Eurolines dediği saatte kalktı ve havaalanına bizi bıraktı.

Bu seyahatlerden sonra şunu söyleyebilirim ki bu 3 şehir için 1 hafta kesinlikle az. Hakkını vererek gezmek ve dolaşmak istiyorsanız Viyana için 4-5 gün – Prag için 3-4 gün Budapeşte için 4-5 gün ayırmakta fayda var diye düşünüyorum. 


visited 25 states (11.1%)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.